Türkiye ak partiyi de çökertirse...Yazar Ahmet Taşgetiren, "Ya Türkiye'yi düze çıkarma noktasında el birliği yapmak gerekiyor. Ya da AKP'yi de çökertip, Türkiye davasını bir başka bahara ertelemek..." dedi.![]() Ak Parti'ye yönelik eleştirileri ile bir dönem büyük fırtınalar doğuran Ahmet Taşgetiren, son yazısında AK Parti'nin bu ülkenin düzlüğe çıkması açısından kilit önemi olduğunun altını çizdi. Taşgetiren, "AKP'nin pek çok yanlışı olabilir. Vaktiyle öteki siyasi kadroların da yanlışları olmuştur. Ama bu ülkenin yapısal sorunları da var. Herkes birbirine rağmen, birbirini boğarak işi götürmek istediğinde bir süre sonra çıkmazlarla karşılaşılıyor. Bir gün, bir devlet adamlığı sınavından başarı ile geçip, Türkiye'yi düze çıkarma noktasında el birliği yapmak gerekiyor. Ya da AKP'yi de çökertip, Türkiye davasını bir başka bahara ertelemek..." dedi. Ahmet Taşgetiren'in Aksiyon'da yer alan yazısının tamamı şöyle: “Kaht-ı rical”, “Adam kıtlığı” anlamına geliyor; Osmanlı'nın çözülüş dönemi tabiri... Devlet, neredeyse adam gibi bir adama hasret duyuyor ve bu işin adına “Adam kıtlığı” diyor. Yabancı diplomatlarla sohbette soruluyor: -Dünyanın en güçlü devleti hangisi? Osmanlı Paşası cevap veriyor: -Osmanlı... Tabii herkes şaşırıyor, çünkü o günler Osmanlı'ya “Hasta Adam” denilen ve mirası üzerine pazarlıklar yapılan günler. Osmanlı Paşası gerekçesini söylüyor: -Çünkü, diyor, biz içerden vurduk, siz dışardan, hâlâ çökmedi bu devlet de ondan. *** Kliklerin dışardan aldıkları destekle birbirlerini vurdukları günler o günler... “Dışarı” ile kendisi işbirliği yapınca kahramanlık, öteki işbirliği yapınca ihanet diye damgalandığı günler... Elden gitmekte olan devleti kurtarmak için bile ‘kendini aşma'nın akla gelmediği günler... Bunun adı gerçekte “Devlet Adamı” kıtlığıdır. *** Aradan aşağı yukarı bir asır geçti, ülkemiz, “Adam kıtlığı” problemini çözdü mü acaba? “Kendini aşanlar” var mı? Yoksa “bel altı vuruşlar” dediğimiz ilişkiler o günden daha kıyıcı anlamda sürüyor mu? *** Türkiye sancılı bir ülke. Sancının nihai planda varıp odaklandığı alan siyaset alanı. Din - toplum - devlet ilişkileri sancı üretiyor, etnik tanımlamalar sancı üretiyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana bu sancılar içinde kıvranıyor. Zaman zaman toplum, siyasi kadrolar ve ülke bedel ödüyor. Burada ilginç olan şu ki, bizzat bedel ödeyenler, bir süre sonra bedel ödetici hale geliyorlar. *** Alın, çok partili hayata geçildikten sonraki siyasi gelişmeleri... Muhafazakar demokrat çizgi belirli bir siyasi mecra oluşturuyor. En ağır bedel ödeyen mecra bu. Üzerinden iki askeri darbe, bir muhtıra, bir örtülü müdahale geçmiş. (Buradan benim, 27 Mayıs darbesi ile 28 Şubat müdahalesini, aradaki 12 Mart ve 12 Eylül'le birlikte aynı siyasi mecraya karşı girişilmiş bir hareket olarak gördüğüm sonucu çıkacaktır. Evet öyle düşünüyorum, çünkü muhafazakar - demokrat damar Refahyol koalisyonunda da devam etmiştir bana göre...) Bu siyasi mecraya karşı neden müdahaleler geliyor? Çünkü sistem, zihin dünyasında bu toplumsal olguyu hazmedememiş. Yok saymış. Gerçeklik olduğunu görünce öfkelenmiş, dışlamaya kalkışmış, sandık gerçeği ile ortaya çıkınca da kendisinde yumruk vurma hakkı bulunduğu inancıyla yumruğunu vurmuş. *** Bir tesbit: Bu muhafazakar - demokrat damar, içinde dini - milli - hürriyetçi renkler taşıyor. Bu mecra, bu siyasi yaklaşımla hem Devlet - Toplum - Din alanındaki gerilimin sona ereceğini, hem de etnik tanımlamalara bağlı sancıların dineceğini düşünüyor. İlginç olan şu ki, sandık sonuçları, bu siyasi mecranın toplumsal karşılığının yüzde 70-80 arası bir orana ulaştığını, yani oldukça geniş bir mutabakata tekabül ettiğini gösteriyor. Ama çok partili hayata geçildiğinden bu yana bu siyasi mecrada parçalanmalar oluşmuş. Ve zamanla bu parçalar, aynı sorunlarla boğuştukları gerçeğini bir yana bırakarak birbirine rakip hale getirilmiş. Bu da, siyasi simaları, ülkenin kadim meselelerine çözüm üretmek için çaba sarfetmek yerine, günlük politikalar içinde birer çekişme sembolü haline getirmiş. Benzeri sancıları bizzat yaşamış olanlar, başka siyasi ekipleri, kendilerinin boğuştuğu sorunların içine atmaya çalışmışlar. *** Şöyle düşünelim: Demokrat Parti'nin karşı karşıya kaldığı kuşatmalarla, AP de, ANAP da, sonraları MHP ve BBP de, Refah çizgisi de AKP'de karşılaşmış. Demokrat Parti'ye çok ağır bedel ödetilmiş. AP'ye karşı bir muhtıra verilmiş, bir darbe yapılmış, ardından sürgünler, parti fesihleri gelmiş. ANAP'ın, 12 Eylül sonrasında karşı karşıya kaldığı kuşatma, aslında DP - AP'ye uygulanan kuşatmadan farklı değildir. Evet, Özal, AP'nin enkazı üzerine parti kurmuş, Demirel'in -tabii Erbakan, Türkeş, Ecevit ve Baykal'ın- mağduriyetlerini gözardı etmiş, hatta biraz bu mağduriyetlerin artmasını ister bir tavır içine girmiştir. Ama, hükümet ederken karşılaştığı askeri kuşatma bir gerçektir. İnanç özgürlüğü alanındaki kuşatmayı maalesef o da kıramamıştır. “Takunyalı” damgası, ardından “Takıyye” suçlaması peşini bırakmamıştır. Bu dönemde Demirel'in mücadelesine “nefsi müdafaa” demek yanlış olmaz. Hakkıdır, o kuşatmadan çıkmak için verilen mücadeleyi kimse haksız göremez. Ama, Demirel'in 28 Şubat'ta takındığı tavır, bir misyon harabiyetidir. Sanki orada Demirel, Menderes'i ve iki bakan arkadaşını asanlar safındadır. Yani eğer Menderes'i asma çizgisi, Türk siyasi hayatında derin bir olgu olarak devam ediyorsa, 28 Şubatçılar, işin muhasebesini 1950'den başlatıyor, “Orada tekerlek yanlış dönmeye başlamıştı” diyorlarsa, Demirel'in içinde bulunduğu misyonu, taa gırtlağından boğazlamış oluyorlar demektir ve Demirel'in bunu farketmemesi mümkün değildir. Yani şöyle: Ya Demirel, baştan yanlış bir siyasi kulvara girmişti, orada ikbal görünce orada kalmış, sonra ikbal başka kapıda görününce de oraya hemen intikal etmişti, ya da, 28 Şubat'ta tarihi bir “Devlet adamlığı” kırılması yaşanmıştı. Demirel, Türkiye'de bir siyasetçinin nasıl kolayca “İrticanın üç ayağından biri” diye suçlanabileceğini, bunun zaman içinde bir askeri müdahale malzemesi haline gelebileceğini bilir. İmam Hatip açmak, bir Hoca'yı ziyaret etmek, camiye gitmek... Erbakan için işi siyasileştirmek anlamına geliyorsa, Demirel için de aynı anlama gelirdi, ya da her iki siyasetçi için bu, kurdun suyu bulandırması niteliğinde bir suçlamadan ibaret olurdu, bunu da bilir Demirel. Ama bu ülkede hem bir inanç özgürlüğü problemi bulunduğunu bilip, hem sistem - toplum ilişkisinde bu alanın en derin sancılardan birini oluşturduğunun farkında olup, hem de bunu çözmek için en yetkili bulunulan bir mevkide iken adım atmak yerine, bir başka siyasi kadroyu boğmak için bunu suçlama malzemesi haline getirmek... İşte burada “devlet adamlığı” iflası vardır. Mesut Yılmaz, bu ülkede başbakanlık yapmış ve zaman zaman ülkede olan bitenin (Susurluk olayında olduğu gibi) ancak yüzde 20'sine vâkıf olduğunu, ziyaret için gittiği Azerbaycan'da, kuş dili ile (üniformalı kuraldışı yapılanmalara ilişkin) bazı ülke gerçeklerini ifade etme zaruretini hissetmiştir. Demek ki, ona göre de bu ülkede başbakan iken bile hakim olunamayan bir alan bulunmaktadır. Devlet adamlığı, bir başka iktidar döneminde, siyasi kadroların benzeri bunalmışlıkları karşısında, belden aşağı vuranların yanında saf tutmak mıdır, yoksa “Gelin bu kadim sancıları aşalım” demek midir? MHP, ANASOL-M iktidarının ağırlıklı bir üyesiydi. Seçim sürecinde “Başörtüsüne Özgürlük” talebine sahip çıkmıştı. RP işi çözememişti, çünkü ‘ürkek'ti. Oysa iktidar olmak, ürkekliği kaldırmazdı. “Erkekçe” bir tavır ortaya koyacak ve bu işi çözecekti. Olmadı, istemesine rağmen çözemedi, çünkü çözdürmediler, çünkü sandıktan alınan iktidar, bu ülkede yeterli ‘Erkekçe'lik sağlayamıyordu. İmam Hatip ve meslek liseleri konusunda da MHP bir olumlu adım atamadı. Şimdi Ak Parti de başörtüsü meselesini çözemiyor. İmam Hatip ve Meslek Lisesi konusunda da adım atamıyor. Devlet Bahçeli'nin tavrı ne olmalı? Mesut Yılmaz'ın tavrı ne olmalı? Demirel'in tavrı ne olmalı? Ya da ötekilerin... *** Öteki mecraya baktığımızda da, orada, Cumhuriyet'i kuran çizgiyi görüyoruz. Cumhuriyet bir yeni sistem iddiası. Elbet o kadrolar da, sonuçta oturmuş bir sistem kurmayı, toplumun bu sistem içinde kendisini mutlu hissetmesini ve toplum - devlet ilişkilerinin sıhhatli bir nitelik kazanmasını isterler. Oysa tek parti düzeni içinde bile bu alanda sancıdan kurtulunamıyor. Çok partili hayata geçildiğinde ise, toplumun büyük çoğunluğunun gidişten memnun olmadığı ortaya çıkmış. Ne yapılacak? Toplumu döverek bir noktaya getirmek mi? Yoksa topluma gerçekte ne istediğini, neden memnun olmadığını sormak mı? *** AKP'nin pek çok yanlışı olabilir. Vaktiyle öteki siyasi kadroların da yanlışları olmuştur. Ama bu ülkenin yapısal sorunları da var. Herkes birbirine rağmen, birbirini boğarak işi götürmek istediğinde bir süre sonra çıkmazlarla karşılaşılıyor. Bir gün, bir devlet adamlığı sınavından başarı ile geçip, Türkiye'yi düze çıkarma noktasında el birliği yapmak gerekiyor. Ya da AKP'yi de çökertip, Türkiye davasını bir başka bahara ertelemek... Ahmet Taşgetiren - a.tasgetiren@aksiyon.com.tr - Sayı: 604 YORUM YAZIN ![]()
|
|