Pisinge Buse (Buse'nin Kedisi)Soluk borumdan yarım kilo isot yemiş gibi acı bir suyun indiğini, dilimin uyuştuğunu ve midemde kramplar oluşmaya başladığını hissediyordum. Koşmayı bırakıp hafif bir soluklanmadan sonra karnemi göğsümden hiç bırakmadan tekrar hızlı adımlarla yürümeye başladım. Özel ve önemli günlerde ailece toplandığımız adrese doğru hızlıca ilerliyordum. Koşmanın yorgunluğuyla kıvrılan ama göğsümde taşıdığım karnemdeki notların verdiği mutluluk ve heyecanla güç bulan bedenimi taşıyabilmiştim dedemlere… Karnesi iyi olanların eve koşarak gittiği, zayıf olanların ise “akşam olsun da, tepkiler biraz dinsin, hatta merak edilip ‘tamam gelsin, karışmayacağız' desinler” dediği bir günde, 70 kuzenim arasında morali en iyi olanlardan biriydim. Tebriklerin yapıldığı, lezzetli yemeklerle ödüllendirildiğimiz günün ardından yaz tatili başlamış, en güzel hediyemizi rahmetli amcamın “Sen ve Ali'yi Ankara'ya götüreceğim” sözüyle almıştık. Ve beklediğimiz gün gelmiş, yöresel yemek ve pastalardan oluşan yolluklarımız hazırlanarak otogarda bizi bekleyen otobüse bindirilmiştik. Perondan ayrılırken hava pompalayan otobüsün sesi iyiden iyiye heyecanımızı arttırmış, ilk kez Bingöl'den uzak diyarlara gidişimizin garip hisleri hayal dünyamızda bambaşka bir duygu yaratmış ve yolculuğumuz başlamıştı. Pencere kenarından çocukluk düşleriyle izlediğimiz manzaralar Malatya'ya kadar çok büyük bir değişimi hissettirmemişti. Malatya'daki, işletmesinin Bingöllülere ait olduğunu sonradan öğrendiğimiz Bezirgân dinlenme tesislerine geldiğimizde hayatımızda gördüğümüz ilk mola yerinde Haziran akşamının sıcaklığında otobüsten iner inmez insanın içini ürperten bir serinliğin yüzümüze çarpmasıyla, tıpkı sürü psikolojisi misali direk lavabolara insanları yönlendiren o ilginç havayı tatmıştık. Ve Malatya'dan ayrılıp “keşke şu araya bir şehir koysaydılar” denilen uzun zaman dilimi sonrasında Kayseri'ye giriş yapmış, çok katlı binaları gördükçe şaşkınlığımız artmış, hatta korkmuştuk “devrilmez mi ki bunlar?” diyerek… Korkularımızı, Ankara'da yapacağımız geziler, kuzenimizle oynayacağımız oyunlar, hatta kuzenimin arkadaşının kedisini göreceğimiz ana dair düşlerle yenmeye çalışsak da, derinden yayılan o sancı beni geride bıraktıklarımı düşünmeye sürüklüyordu. Annem, babam, kardeşlerim, köyümüz Dügernan, akrabalarım, Mirzan, arkadaşlarım… Bunları düşününce anladım ki, aslında içimdeki sancı büyük şehirlerin yoğunluğuna dair korkum değil, geride bıraktıklarımdı… Yorgunluk çöken bedenimizi geriye yasladığımız koltuktaki uykuyla buluşturmuş, sabahın ilk saatlerinde de muavinin zorla yumuşatmaya çalıştığı boğazından çıkan kaba ses tonuyla yolculuğumuzun sona erdiğini haber vermesiyle uyanmıştık. Her tarafta yüksek katlı binalar, hangi yöne baksak takım elbiseli insanlar hızlı adımlarla ilerleyişi ve yoğun bir gürültü… Dört bir yanı dağ, bayır, dere, yeşil alan memleketimin aksine, betonlar arasında mutluluk arayan insanların bulunduğu nam-ı diğer başkent Ankara'ydı burası… Oysa Ankara bambaşkaydı hayallerimizde. Hayallerimiz yıkılmışçasına, kendi kendimize konuşur bir eda ile sormuştuk bir birimize “Kuzenimiz bizi kandırdı mı?” Tüm olumsuzluğa rağmen, merak ettiklerimiz, hayallerimiz, hatta göreceklerimiz vardı. Buse'nin kedisi de bunlardan biriydi. Bir önceki yaz tatilinde Bingöl'e gelen kuzenim, mahalledeki oyunu yarım bırakarak eve yönelmiş, ‘nereye?' sorusuna “Telefon açmam lazım” diyerek adımlarını sürdürmüştü. Evin salonunda üzeri dantelle örtülü telefonun ahizesini kaldıran kuzenimiz, karşıdakinin yanıtına “Ben Birol, Buse orda mı?” sorunu yöneltmiş, bizler de nefes almanın bile rahatsız edeceği düşüncesiyle sadece konuşulanlara odaklanmıştık… Her geçen dakika derinleşen muhabbet arasında Birol'un “Buse, kedin nasıl?” deyişi, bir çivi gibi saplanmıştı beynimize… Bir anda “Buse'nin kedisi mi var?” diyerek kendimizi salondan atmıştık dışarı. Üstelik Birol'daki bu özgüvenine de şaşırmıştık. O yıllarda kız arkadaşın olacak, telefon açacaksın, annesi çıkınca da kızını çağırmasını isteyeceksin… Biz de kızın kendisiyle sohbet edilmezdi. Hatta en uzun konuşmamız “Ayşe annen seni tandıra çağırıyor oraya gelsin diyor” şeklindeydi. Telefonu kapattıktan sonra soru bombardımanına tuttuğumuz kuzenimize doğru gidiyorduk artık. Ve Ankara'da tek bildiğimiz şey, Buse'nin “sokakta mı, bahçede mi yaşıyor?” merakına gizlediğimiz kedisinin varlığıydı. Kuzenim her ne kadar kedinin buselerle birlikte aynı evde yaşadığını bize anlatsa da buna pek ihtimal vermiyorduk. Çünkü bizim gördüğümüz bu kara kedilerin evlerle olan en yakın ilişkisinin tek katlı evlerimize bitişik olan odunluklarımıza tırmanmaları ve damlarımızın üzerinde koşuşturmalarıydı… Eve varmış, Birol ve diğer kuzenlerle buluşmanın mutluluğuyla oturduğumuz kahvaltı sofrasından bir an önce kalkmanın telaşını yaşıyorduk. Amcam önce bizleri alışverişe götürmüş, yeni kıyafetler alarak bizleri oldukça mutlu etmeyi başarmıştı. Yeni kıyafetlerimizin altına giydiğimiz spor ayakkabılarla bir an önce top oynamak istiyorduk. Çünkü kara lastik dışında ilk defa spor ayakkabıyla top oynayacaktık. Birol, hayatımızda duymadığımız isimleri telaffuz ediyordu, Berkecan'ı, Tankut'u çağıralım diyordu. Ali'yle bir birimize bakıyor, gülüşüyor ve acaba nasıl tipler diye de merak ediyorduk. Az sonra Birol'un birkaç arkadaşı geldi ve bizi tanıştırdıktan sonra “okulun bahçesine gidip top oynayalım” dediler. Ve artık eşleşmeler yapılıp maça başlamıştık. Okul bahçesi, terden dolayı cıvıklaşınca tuhaf sesler çıkaran kara lastiklerle koşturup kan revan içinde kaldığımız Merg gibi değil. Toprağa dokunamıyorsunuz, olası bir düşmede betonda dizlerinizin kanamaması imkânsız. Yine de bu olumsuz durum bizleri bitap düşene kadar koşmaktan alıkoymuyordu. Ertesi günün sabahında kuzenimize ilk sorumuz “Buse'nin kedisini görebilir miyiz?” olmuştu. Çok merak ediyorduk. Buse'leri arayan kuzenimiz, telefonu kapatıp salona girince morali bozuktu. Önce duraksadı, sonra kısık ve üzgün bir ses tonuyla Zazaca “pisinge Buse merda” dedi. Yani, Buse'nin kedisi ölmüştü. Birol, Buse'ye mi, yoksa kedinin ölümüne mi üzülüyordu kestiremiyorduk. Ama asıl sorun şuydu ki, Ankara'ya dair en güçlü hayalimizdi o kedi… Ne yazık ki artık yoktu, göremeyecektik. Lunapark, alışveriş merkezleri ve dahası… Doya doya geçirdiğimiz günlerin ardından artık beton kalıplar arasında sıkışan, toprağa basamayan, yeşile dokunamayan insan topluluğundan uzaklara, memleketimiz Bingöl'e dönüyorduk….. Başkent olması bizim için bir anlam taşımıyordu. Ve bu yolda hiç de üzgün değildik aslında. Çünkü özlemiştik… Bingöl'ün kuçelerini, mahalle aralarındaki top sahası dediğimiz koca alanları, arkadaşlarımızla gece yarısına kadar oynadığımız oyunlarımızı… Günümüzde, o eski güzelliklerin yerini beton yığınları tüm hızıyla almaya başlasa da kalbimizdeki keşkelerimizin büyük çoğunluğunu memleketimizin o eski haline duyulan özlem oluşturuyor… Çok uzun yıllar geçse de ne zaman üç kuzen bir araya gelsek ve kara bir kedi görsek, birbirimize bakıp “pisinge Buse” deriz… Görememiş olsak da… Hoş ve esen kalın…
YORUM YAZIN
|