Reşo & NareSilah sesleri gecenin soğukluğunu bir alev topu gibi ısıtıyordu. Bir ara Nare'nin elinin avucundan kaydığını hisseden Reşo, arkasına dönünce Nare'nin kayalıkların üzerinde yere yığıldığını gördü. Atılan kurşunların ona isabet ettiğini düşünüp öylece kalakaldı, ilerlemeye çalıştı ama kaskatı kesilmiş, adeta adımlarına prangalar vurulmuşçasına olduğu yerde çakılmıştı. Göğsünde sıkışan nefes soluğunu kesmişti ki, Nare'nin imdat çığlığı ona hayat vermişçesine ruhunu ve bedenini rahatlatmış ve umutlarını yeşertmişti. * * * * * * * * * * Köyün gaddar ağası olan Hamit ağanın kızı Narin ile kimsesiz olan ve hayatını ağanın hayvanlarına çobanlık yapmakla idame ettiren Reşo, daha ilk görüşte birbirlerine tutulmuş, günümüzde pek rastlanılmayacak şekilde en saf, en durusundan bir aşk yaşamaya başlamışlardı. Ancak gaddarlığıyla bilinen Hamit Ağa, bu aşkın önünde bir engeldi ve onlar, bu engeli bir şekilde aşmakta kararlıydılar. Bu zorbalıktan kaçıp kurtulacaklardı. O gece Narin'in babasının adamlarından kurtulmayı başarmışlardı, geceyi köylerinden 5 kilometre uzaklıktaki etrafı geniş ve yıllara meydan okurcasına heybetli çınar ağaçlarıyla çevrili yüksek bir dağın arka kısmındaki mağaraların birinde geçireceklerdi. Gece mağarada yaktıkları ateşin etrafında birbirine sarılıp; ilk karşılaştıkları anı, birbirlerinin gözlerinin içinde kaybolup dakikalarca bakışırken hayatın start tuşunun öylece donması gerektiğini düşünürlerken, şartların onları kaçmaya zorladığına dair de konuşuyorlardı. Konuşmaları uzayınca ikisinin de içini kömür karası bir duygu kaplasa da, güvendikleri ve inandıkları tek şey olan ‘AŞK' , onların tek ruh ve tek vücut olarak uyumalarını sağlayabilmişti. Sabahın ilk ışıklarıyla nereye gideceklerine, ne yapacaklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Kocaman bir bilinmezin hüznünü mağaranın duvarlarına bırakıp buradan biran önce çıkmak, tüm bilinmezliklere rağmen olabildiğince uzaklaşmak istiyorlardı… Köylerinden artık iyice uzaklaşmışlardı. Aştıkları tepenin alt tarafından geçen dereyi görünce oraya gidip biraz dinlenmek istediler. Dereye vardıklarında, az ileride tüm bedenlerinin ve beyinlerinin yorgunluğunu alacak bir kavalın ezgisi kulaklarına fısıldıyordu. Hemen ileride koca ağaca sırt vermiş bir çoban, etrafındaki kuzulara kaval çalıyor, onlar da adeta o ritme ayak uydururcasına otlanıyorlardı. Reşo ile Nare yüzlerine biraz su attıktan sonra çobana yaklaştılar ve selamlaştılar. Çoban “kimsiniz, nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca Reşo “şehir merkezine gidiyoruz” dedi. “Yolunuz uzun, biraz dinlenin öyle gidersiniz” diyen çoban; heybesinden çıkardığı iki dilim dut pestilini onlara uzatıp, tekrar kavalını dudaklarına doğru götürdü. Şaşkın ifadelerle bakışıp pestilleri çobanın elinden aldılar. Omuzlarının, aralarından su sızmayacak kadar birbirine yapışıp sırtlarını ağaca dayayarak hiç konuşmadan kavalın ezgisiyle kendilerinden geçmiş ve gözlerini yumarak hayallere dalmışlardı. Kavalın sesinin kesilmesiyle irkilmiş, biraz da korkuyla sarmalanan bir duyguyla etrafa baktıktan sonra doğrulmuş ve çobanla vedalaşıp yola koyulmuşlardı. Reşo ise derin düşüncelerden sıyrılamıyor, ‘çaresizlik anlarında insanın aklına hiç düşünemeyeceği şeyler gelebiliyor' diye kendi kendine mırıldanıyordu. Yorucu bir yolculuğun sonunda nihayet şehre varmışlardı. Reşo, çocukken annesiyle birlikte evlerine gittiği uzaktan da olsa akrabaları olan birinin varlığıyla umut doluydu. Tek katlı, küçük bahçeli şirin bir evin kapısını çaldılar. Reşo, “Evet, burasıydı hatırlıyorum” diyordu. Birkaç tıklatmadan sonra kapı açılmış, orta boylu, zayıf, gözlerinin çöken çukurundan hayatın tüm zorluklarını yaşadığı belli olan uzun aksakallı biri karşılarında duruyordu. Reşo kendini tanıttı ve Hasan dayının elini öptü. Yüzünde hafif bir tebessüm beliren adam içeri buyur etti onları. Biraz soluklandılar ve Reşo, önce Nare'sini tanıttı, sonrasında köydeki ilk aşk anlarından kendisine sığınmak zorunda kaldıkları ana kadar yaşadıkları her şeyi anlattı Hasan dayıya. “Kızım” dedi Nare'ye dönerek, “Mutfakta bize bir şeyler hazırla yiyelim, sonrasında düşünürüz. Derdi veren dermanı da verir” diye ekleyerek.. Bir hafta geçmişti… Hasan dayı Reşo ve Nare'yle şehirde alışveriş yapıp şehiri baştan başa gezdirmişti. Hatta Reşo'ya iş bile bulmuştular. Ertesi sabah Reşo heyecanla kahvaltıdan sonra Nare'yi alıp hemen hafta başında başlayacağı iş yerine götürdü. Dönüşte ikisi de çok heyecanlıydı. Eve vardıklarında dış kapının açık olduğunu gördüler. Ruhlarını saran korku haliyle köyden kaçtıklarındaki o günün hatırladılar ve kötü bir şey olduğunu hissettiler. Hızlı adımlarla içeriye girdiklerinde Hasan dayıyı yüzükoyun bir şekilde ve kanlar içerisinde yerde gördüler. Yatağa yatırıp kanlarını temizlediler. Hasan dayı, kendine geldiğinde olanları anlatmaya başlamıştı. Nare'nin babasının adamları eve gelmiş ve yerlerini öğrenmeye çalışırken “yerlerini söylemezsen seni öldüreceğiz” direk fena halde hırpalamışlardı. Kendilerinden dolayı Hasan dayının bu hale gelmesinin hüznüyle boyunları bükülmüş, gözleri nemlenmiş ve bu durum umutlarını yitirmesine sebep olmuştu. Birkaç gün sonra Hasan dayı tam iyileşince tüm ısrarlarına rağmen ikisi de Hasan dayıya daha fazla zarar vermeden biran önce gitmek istiyordular. Helallik istedikten sonra elini öpüp vedalaştılar. Gidecek hiçbir yerleri yoktu artık… Evden çıktılar ama insan kalabalığının olduğu sokaklar onlar için bomboştu adeta. Ne selam verecekleri bir tanıdık, ne kapısını çalabilecekleri bir yakınları, ne de karınlarını doyurabileceği sıcak bir tas çorbayı onlara sunacak hiç kimseleri yoktu. Gün boyu şehri baştan başa dolandılar. Günler geçtikçe umutları kırılıyor, sevdiğinin üzüntüsünü görmeye yürekleri dayanmıyordu ikisinin de. Ne sokaklarda uyudukları gecelerdeki bahar esintilerinin serinliği, ne açlıktan bitap düşmüş bedenlerinin yorgunluğu… Hiç biri aşklarının önünde engel değildi fakat onlar, peşlerindeki zebanilerin onları yakalama ve birbirinden ayırma korkusu her saniye beyinlerini kemiriyordu. Ve haftalar sonra buna artık bir son vermeyi kararlaştılar. Yol boyunca sadece birbirinin gözlerinin içine bakıp konuşmadan şehrin en yüksek tepesine çıktılar. Bu dünyada kimsenin onları ayıracak güce sahip olmadığını, ahirette de yine bir arada olacaklarını fısıldayarak el ele tutuşup alt tarafı sarp kayalıklardan oluşan bu tepeden kendilerini sonsuzluğa bıraktılar. Bu hazin sonla göçtüler dünyadan ve o günden sonra bu tepenin adı “ÂŞIKLAR TEPESİ” olarak günümüze kadar geldi… Başımızı yastığa koyup gözlerimizi tavana diktiğimizde, hepimizin kendine has hayalleri, herkesten gizlediği hüzünleri, yaşadığı acıları, yarına dair umutlarının ve umutsuzluklarının arasında gözlerimizin kayıp sabah güneşinin ışıltısıyla uyandığımız sayısız günlerimiz vardır. Ama her şeye rağmen iyisi ve kötüsüyle hayat mücadele etmeye ve yaşamaya değer. Hiçbir zaman en kolayını düşünmeden hayatta tutunacak mutlaka bir şeylerimizin olduğunu unutmayalım… Son dönemlerde ülkemizde ve özelikle Bingöl'ümüzde artan intihar vakalarının son bulması ve bir daha yaşanmaması ümit ve duası ile… Hoş v esen kalın.. YORUM YAZIN
|