Bingöl'de Tokluk MasalıBingöl'de “doymak” denince akla genelde iki şey gelir: ekmek ve sabır. Ekmek bol, sabır sonsuz… ama yemek? İşte o, çoğu zaman fotoğraflarda kalır. Misafiriniz geldi, yemeğe götürmek istediniz. “Şöyle yöresel bir şeyler yiyelim,” diyorsunuz ama bir bakıyorsunuz, seçenek iki: kavurma ya da tepsi yemeği. O da şanslıysanız. Nihayet bir mekâna oturuyorsunuz. Masaya bir tabak geliyor: azıcık kavurma, yanında soğan ve iki dilim domates. O kadar. Bu tabloya bakınca insan “Yemek mi yiyorum, sanat eseri mi izliyorum?” diye düşünmeden edemiyor. Bir de fiyat meselesi var tabii. Dürüm en ucuz yemek olarak geçiyor ama fiyatına bakınca insan dönerken fiş yerine taksit planı istiyor. Oysa aynı parayla Genç İlçesi'nde sac kavurma yiyebiliyorsunuz; hem de yanında salatası, ayranı ve güler yüzlü bir hizmetle. Genç'te yediğiniz bir tabak yemeğin tadı, Bingöl merkezde bir dürümün fiyatına sığmıyor. Aradaki fark sadece yemek değil, anlayış farkı. Burada ise yüksek fiyatın bahanesi hep hazır: “Paranın kıymeti kalmadı, bu paraya ne gelir?” Bu cümle neredeyse menüde yazacak artık. Oysa mesele paranın değerinde değil; emeğin, hizmetin, müşteri memnuniyetinin değerinde. Çünkü aynı şehirde, aynı ürünle biri doyurmayı görev bilirken diğeri sadece günü kurtarmayı yeterli görüyor. Bazı işletmelerde bu fark daha da belirgin. Malzemeyi 1 lira fazla aldığında, bunu 10 lira fazlasına satmayı “normal” sayan bir anlayış yerleşmiş. Oysa iyi esnaflık, kârı büyütmekten çok, müşterinin gönlünü kazanmakla ölçülür. İnsan kendini değerli hissetti mi, hem memnun ayrılır hem de bir sonraki sefer yine o kapıdan içeri girer. Hizmet sektöründeki tecrübesizlik de bu tabloyu tamamlıyor. Siparişi verirken garsonun bakışında “yine mi acıktınız?” ifadesini görmek mümkün. Güler yüz, neredeyse ekstra hizmet kategorisine girmiş durumda. Müşteriye ilgi göstermek, siparişi doğru almak, yemeği zamanında getirmek… bunlar artık lüks davranışlar. Oysa bir Diyarbakır'a, bir Muş'a gidin; masaya oturmadan çay gelir, daha sipariş vermeden salata, ezme, yoğurt… Ana yemeğe sıra gelince masada yer kalmaz. Bingöl'de ise ana yemek gelir ama masa hâlâ kiralanmamış bir daire gibi boş durur. Garip olan, bu durumun artık normalleşmiş olması. Bingöl'de bir tabak yemeğin azlığı konuşulmaz, aksine “ekmek fazla gitti” diye gülünür. Çorbayla fazla ekmek yiyene “aç mı bu?” diye takılırız ama kimse neden bu kadar ekmek yenmek zorunda kalındığını sormaz. Çünkü doymak artık fiziksel değil, kültürel bir meseledir burada. Şehrin her yanı dürümcü ve kafe dolu. Kahve çeşitleri sonsuz, yemek çeşitleri yok denecek kadar az. Ailece çıkıp “güzel bir akşam yemeği” yemek, neredeyse ütopya. Çocuklar oyun salonunda oynarken, anne-baba iki lokma yemek eşliğinde sohbet etsin. Bu, Bingöl'de lüks sayılır. Aslında mesele basit: Bingöl'de yemek kültürü, tok tutmakla değil, idare etmekle ilgilidir. “Yeter ki karın guruldamasın” mantığıyla yürür. Oysa şehir, insanına sadece karın değil, gönül tokluğu da borçludur. Belki de artık şu soruyu sormalıyız: Bir şehirde doyurucu olan sadece yemek midir, yoksa insanların sofrada hissettiği değer mi? Bingöl'de ikincisinin eksik olduğu çok açık. Ama güzel olan şu ki, bunu fark etmek bile bir başlangıçtır. Belki bir gün, masalarımızda sadece ekmek değil, emek de bol olur. Ve belki bir gün biri çıkar, “Fiyatıyla, çeşitliliğiyle, hizmetiyle, ferahlığıyla bu şehrin hak ettiği bir restoranı ben açarım,” der. İnanın, sadece karnımız değil, umudumuz da doyar o gün. Ozan Şinasi der ki: "Bir şehir, sofralarında sunduğu değer kadar, insanına verdiği özeni gösterir; eksik olanı fark edip geliştirmek hem müşteriyi hem şehri büyütür."
YORUM YAZIN
|