Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Hayatı bu varlık kaidesiyle sürdürürüz. İnsana doğasındaki yaşam güdüsünün yanı sıra bir bitişin hüznü eşlik eder. Bitişe, büyük adıyla ölüm deriz. Bu kavram son zamanlarda bir hayaletmişçesine dolaşıyor aramızda. Her akşam yayımlanan sayısal verilerle ağzımızın tadı kaçıyor. Tüm hayatımızı kuşatması gereken ölümü böyle bir süreçte ensemizde hissedince büyük bir paniğe kapılıyoruz.
Evet, tüm modernliğimizin üzerine bir salgın çöktü. Korku salındı tüm insanlığa. Fakat hissettiklerimiz içimize modern yaşamın bir marazı olarak konmuş değil. Aksine modernite ölüm duygusundan arınmamızı ister. Ölümü uygunsuz bir gerçeklik olarak görür. Saf bir dikkatle bakabilirsek eğer, bu çabanın toplum içerisindeki tezahürlerini görmek çok mümkün. Mesela mezarlıklarımız, gözümüzden uzak tutulmamış mıdır? Şehrin en ücra kenarlarına itilmemiş midir? Kazara arabayla yanından geçerken hatırlamıyor muyuz asıl karargahımızı? Kaçımız durup toprağa serpilmiş ruhlara bir Fatiha okuyor geçerken? İşte bu hakikati ıskalıyor olmamız modern çağın ölümü gözlerden saklıyor olmasındandır. Ya da duyardık, eskilerin kefen parası tabiri vardı. Kanaatle biriktirilir, itina ile saklanırdı. Sonra bir kefen alınır ve evin en mahrem köşesinde çıkarılacağı günü beklerdi. Kişi kefeniyle aynı evde yaşardı. Nasıl bir ölümü hatırlamaktır bu diye düşünmeye değmez mi?
Ama bizler (pandemi sürecini dışarda tutarsak); çoğunlukla son nefeslerin hastane odalarında, doktor ve hemşireler eşliğinde verildiğine şahidiz. Kişi dünyadan koparken sevdiklerini görmekten mahrum bir şekilde o kutlu yolculuğa acıklı bir yalnızlıkla göçer olmuş. Sekerat-ı Mevt anında ağza sürülen iman kurtarıcı ıslak pamukta yok. Ölüm tıbbi bir olay halini almış teknik bir sonuç artık.
İnancımızda ölüme giden süreç hem kişinin kendisi hem de çevresi için bir anlam üretme aracıdır. Manevi bir hal oluşturur. Çünkü ölüm aynı zamanda bir hatırlatma biçimi, en büyük terbiye edici güçtür. “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız” diye buyrulduğu üzere içinde bulunduğumuz konforu sarsıp bize haddimizi bildirir. Hırsı, gereksiz tamahı, yalanı, riyayı ve buna benzer kalbe bela olmuş tüm kötü hasletleri tepe taklak eder. Ve dünyaya merhametin, kanaatin, yardımseverliğin, kıymetle sevmek duygusunun penceresinden bakmamızı sağlar.
Şimdi psikolojilerin hassaslaştığı bu dönemde bunca ölüm cümlesini okumak pek iç açıcı olmasa gerek. Gayem ruhunuzu darlamak değildir elbet. Yeni dünya düzeninin, yeni başlangıçların, yaşam şekillerinin falan da filan da bir çok gelecek öngörüsünün olduğu senaryoları dinliyor, izliyoruz. Sürekli dünyanın değişeceğinden bahsedilince de dönüp eskiye bakma ihtiyacımız zuhur ediyor.
Geçmişe baktığımızda toplumların kırılma anları hep yeni paradigmalar doğurmuş. Ardından bu paradigmalar çözülerek birer birer iflas etmişlerdir. Dolayısıyla bu kez yakında uyanacağımız “yeni dünyanın” sahiden umut verici olması için yaradılışımızdaki en büyük hakikat ile hemhal olmalıyız. İşte bu noktada ölüm hissiyatı yeryüzündeki insana hayat verecektir.
Ölüm nasıl olur da hayat verir? sorusuna ehilleri tarafından sempozyumlar yapılacak enginlikte cevaplar verilebilir. Fakat kulaklara kar suyu kaçırmak niyetiyle yazdıklarımı birkaç cümleyle toparlamam gerekirse;
Öncelikle bir adalet duygusu sağlayacak. 3-5 arşın bezle 2 metrelik bir çukura talip olduğumuz gerçeğiyle çok çok sahip olmak isteğinden bizi alıkoyacaktır. Ölçülü bir yaşam ile de mutlu olunabileceğini, kanaat etmeyi hatırlatacaktır. Fazlalığın biriktirilmesindense ihtiyaç duyana verilmesi suretiyle paylaşımı arttıracaktır. İnsanın başına bela olmuş bencilliği hizaya getirince diğer tüm güzel değerler ruhlarda daha rahat filizlenebilecektir.
Hülasa “Rab bana, hep bana” diyen biri, “Bir sana, bir bana” dedikten sonra oluşacaktır yeni ve de güzel bir dünya.