| Gönüllü Tutsaklığın Adı: ÖZGÜRLÜKTarih boyunca yaşanan toplumsal değişimler beraberinde yeni yaşam deneyimleri ve toplumsallaşma biçimlerini geliştirmiştir. Toplumsal yapıyı belirleyen bu dinamikler aynı zamanda yaygın kişilik tiplerini doğurmuştur. Nitekim, bütün toplumlar kendi kültürünü, kültürü oluşturan tecrübeleri ve normları kişilik tipi biçiminde bireylerde yeniden üretir. Durkheim'in ifade ettiği üzere; kişilik toplumsallaşmış bireydir. Bireyi anlamaya toplumu anlamaktan başlamalıyız. Kişiliği organize eden toplumsal faktörlere baktığımızda, büyük resimdeki yerimizi anlamamız için ekonomik sistemi ele almak son derece önemlidir. Geçmiş yüzyılda yoğun çalışma şartlarında işleyen üretim sürecinde, bireylerin motivasyonu iş veriminin artması çerçevesinde yönlendiriliyordu. Özel ve kamusal alanda, kurallı ve disiplinli bir yaşantı sürdürülmekteydi. Bireylerin özgürlükleri sınırlandırılmış, arzu ve istekleri bastırılmıştı. Bireyler, yasaklara uymadıklarında dış denetim kaynaklı suçluluk duyuyordu. Dolayısıyla arzular ve yasaklar arasında debelenmekten kaynaklı histeri ve nevrozlar, çağın patolojisi olarak değerlendiriliyordu. Günümüze ise, neoliberal kapitalist ekonomik sistem; esnekliğe dayalı üretim süreci ve tüketim odaklı yaşam prensibine dayalı bir düzen oluşturarak toplumsal yaşamı dizayn etmektedir. Fakat bu yeni yaşam düzeninde birey; hiç olmadığı kadar sıkıştı, hiç kalmadığı kadar yalnızlaştı. İnsan, en yakınından “Ben”inden vurulup yaralandı. Peki nasıl oldu? Bu soruya cevap bulmak için neoliberal dünya düzeninin bireyden ne beklediğini ve bireyi nasıl konumlandırdığını anlamamız gerekmektedir. Her toplumsal sistem, işleyişine hizmet edecek bir kişilik tipini organize eder. Bu çerçevede baktığımızda çağımızın yaygın kişilik örgütlenmesinin; “özgür”, girişimci, rekabetçi, performans odaklı, başarı istenciyle dolu, ben değeri yüceltilmiş narsisistik özelliklerden oluştuğunu görürüz. Tüketim odaklı toplumda bireyin özel, biricik olduğu vurgulanarak arzu ve isteklerini gerçekleştirebileceği söylenmektedir. Özellikle medya ve reklam aracılığıyla “Sen yapabilirsin, edebilirsin” şeklinde telkinlerde bulunulmaktadır. İnsan, her şeyi yapmaya muktedir olduğu yanılsamasıyla Tanrısallık iddiasına sürüklenmektedir. Bireyler; başarılı bir kariyer inşa etme, en doğru ebeveynlik tutumunu geliştirme, mükemmel çocuk yetiştirme, fit kadın-erkek olma, sağlıklı yaşama vb. isteklerde hep daha iyi olmaya çabalamaktadır. Dolayısıyla kişi kendini gerçekleştirme yanılsaması ile sürekli bir benlik inşa etmeye zorlanmaktadır. Sosyal konumu yalnızca kişisel çabasına indirgenen birey, başaramadığında kendini sorgulamaktadır. Fakat kişisel yaşantılar, toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemez. Toplumsaldan kopan birey yaşadığı olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutarak her şeyi psikolojikleştirmektedir. Sonuçta; kişi kendisiyle yol alamadığını her gördüğünde, yaşamayı beceremediğini düşünüp dağılmaktadır. Kendine dönüklük hali, tükenmişlikle sonuçlanarak depresyona neden olmaktadır. Alın size yorgunluk toplumu. Peki ya sonrası? Şimdi sahne, çağın ürettiği patolojiyi tedavi etmek üzere ruh tüccarlarındadır. Psikolojik destek unsurları olarak yaygınlaşan kişisel gelişim uzmanları, şifacılar ve spritüel düşünce furyası; bireyin kendine dönüklüğünün sonucundan nemalanır. Yani neoliberal kapitalizm önce kendi talebine uygun “Ben” yüklü yalnız bireyi yaratır. Sonra kendini özel hissetmesinin yolu olarak tüketime yönlendirir. “Sen seçtiklerinsin” der. Seçilenden istenen sonuç alınmadığında ise kişiyi başarısızlık ve yetersizlikle suçlar. Bu sağlaması çok iyi yapılmış bir kontrol yöntemidir. Çünkü bir insanı en iyi suçlu hissettirerek kontrol edebilir ve yönlendirebilirsiniz. Sistem sorgulanmamak için oyalayıcılara da sahiptir. TV, sosyal ağlar, eğlence sektörü, bağımlılıklar ve neler neler... Bitti mi? Tabii ki hayır! Üstüne bir de posası çıkmış birey, kapitalizmin hizmetkarlarına yollanır. (Psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman, sosyal hizmet uzmanı gibi ruh sağlığı uzmanlarını tenzih ederim.) “Alın, bunlar normal değil, rehabilite edin” denir. İşte böylece sistem; bireyi yüceltme, kontrol etme, “hasta” etme ve son raddede sağaltma sürecini sermayeye kâr ettirir. Ne dehşet verici değil mi? Bu çağın insanına çokça acınır. Bu kötülüğe karşı uyanık olmak boynumuzun borcudur. Bizler biliyoruz ki, insan yaratılışı itibariyle eksik bir varlıktır. Her şeyi yapamayacağı ve edemeyeceği üzerine kurgulanmıştır. Daima geride tamamlanmamışlıklarla dolu bir kişisel tarih bırakır. Fakat günümüzde insan doğasına o denli yabancılaştı ki, asıl yaşam destek kaynaklarından (din, inanç, kültür, aile vb.) arındırıldığının farkında değil. Kazanmak, başarmak, yükselmek, iyi görünmek, güçlü olmak vb. yeni “değerler” bize anlamlı bir hayat sunamaz. Özellikle kamusal söyleme hâkim olan “başarı” kavramı kişinin kazandığı sınavlara, edindiği makamlara, kullandığı markalara indirgenerek bir başkasına karşı üstünlük elde etmekle anlamlandırılmaktadır. Şimdi soralım kendimize. Bizler, eskilerin “başarısızlıklar” karşısında “Kısmet olmamıştır” şeklindeki destekleyici tavrını hafızamızın hangi durağında bıraktık. Ne ara “kaybedenler kulübünün üyeleri” oldu birileri! Yaşam olayları karşısında, “Olanda bir, olmayanda bin hayır vardır.” cümlesinin verdiği derin teselliyi hangi toprağa gömdük? Hafızamızın boşaltılan odalarına bu kadim müktesebatı tekrardan çağırmak, boşlukları yeniden doldurmak neden mümkün olmasın! İnsan boşluk kabul etmez, diyorum. Gelin hep beraber boşlukları kadim olanın şifasıyla dolduralım diyorum. 
 YORUM YAZIN  
 
 
 
 
 
 
 
 | YAZARIN DİĞER MAKALELERİ |