ANITLARI OLMAYAN ŞEHİRLERİN HAFIZASI DA OLMAZ !Bir şehrin bir “kimliği” olmalı. Bir şehrin kimliği yoksa o şehir “neye” benzer doğrusu ben de anlamış değilim. Bugün şehirlerimiz ne sanayi, ne tarım, ne turizm, ne hayvancılık ve ne de emeklilerin gelip huzurca yerleşeceği yerlerdir. Şehirlerimiz bugün adeta yamalı bir bohça gibidirler. Hiçbir şeye benzemeyen ölü bir yerleşim yerine dönüşmüş haldedirler. Her şeyden biraz, fakat birazdan her şeyin çıkmadığı malumuzdur. Neresine dokunursanız elinizde kalır. Ülkemiz yeraltı ve yerüstü doğal güzelliklere sahip olmasına karşın, şehirlerimiz ise mimarsız mimarlar tarafından tahrip edilmiş bir haldedir. Yanlış yapılaşma, iş, ulaşım ve göçler şehirlerimizi yaşanmaz kılmıştır. Anadolu coğrafyası kadar iç göçlere maruz kalan bir coğrafya yoktur yeryüzünde. Bugün nerede ise Türkiye Marmara Bölgesine hapsedilmiş haldedir. Yanlış nüfus politikaları ve sanayileşme ile birlikte Marmara Bölgesinin havası bozulmuş, suları kirletilmiş, fauna ve floryası can çekişir bir hale gelmiştir. Dengeli ve adaletli bir kalkınma hamlesi ülke genelinde yapılmadığı için diğer bölgelerdeki nüfus ister istemez Marmara Bölgesine doğru akmıştır. Bugün Türkiye'de nerede ise doğduğu şehirde yaşayan nüfus, göç veren nüfustan daha azdır. Eğer herkes yaşadığı şehirde yaşamış olsaydı nüfus açısından birinci sırada İstanbul değil Urfa, ikinci sırada Ankara değil Konya, üçüncü sırada İzmir değil İstanbul, dördüncü sırada Bursa değil Diyarbakır olacaktı. Aidiyet açısından ise durum daha karışıktır. Doğduğu mekanla bağlantısı kopmuş, fakat doyduğu mekanla sağlıklı bir ilişki kuramamış bir kimlikle karşı karşıyayız “Doyduyu” yerde değil, “doğduğu” yerde gömülmeyi vasiyet eden; sanki ölü ile mekan arasında bir ilişki varmış gibi yanlış bir kültür oluşmuş bu coğrafyada. Mekân- yaşam arasındaki ilişkimiz hep “almak”, yani rant üzerine var olagelmiştir. Bu bir göçebelik/bedevilik kültürünün izdüşümüdür. Bu kültür var olduğu müddetçe yaşadığımız yeri daha “nasıl yaşanır ve güzelleştiririz” kaygısı kendiliğinden peyda olmaz. Mekânsal alanla kurduğumuz ilişki, bana sömürge valisinin görev yaptığı kolonideki psikolojisiyle birebir örtüşüyor gibi geliyor. Sömürge valisi nasıl olsa görevi bittikten sonra “başka yer bulur, orada yaşarım” güdüsüyle hareket eder. Bizim şehre bakışımız ve yöneticilerimizin durumu da bana bunu hatırlatıyor. Halbuki insan sevdiği yeri korur, güzelleştirmeye çalışır. Yaşamak için bir yerin uygun koşullara ( barınma, iş, eğitim, sağlık, güvenlik ve alt yapı hizmetlerine) sahip olması gerekiyor. Cazibesi olmayan bir yerde insanların yaşaması ya çıkar ya da mecburiyet üzerinedir. Çıkar ve mecburiyet ilişkisinin yoğun olduğu yerde kişi kendisini oraya ait hissetmez; hissetmediği için de oraya bir şeyler katmaz. Bugün bürokraside, siyasette veya ekonomik olarak zenginleşen birisinin doğduğu veya doyduğu yere karşı kalıcı bir mimari yapı bırakmama psikolojisinin altında bu tek taraflı çıkar ve mecburiyet ilişkisinin yattığını görüyoruz. Bu günkü mekansal yapılaşmaya karşı psikolojimizin genel durumu bunu özetlemektedir. Sakin bir ortamda başımızı ellerimizin arasına alıp bir düşünelim: -Neden batı standartlarında bir şehrimiz, bir mahallemiz, bir köyümüz bile yoktur? -Neden yeşilliği yol ortalarına hapsediyoruz ? -Neden her konutun altına veya ibadet edilen mabedin altına bir AVM'yi açmaktan kaçınmıyoruz ? -Neden caddelerimizin genişliği ve binalarımızın yüksekliği standart değildir ? -Neden parsel bazlı imardan bir türlü vazgeçmiyoruz ? -Neden hiçbir sivil toplum kuruluşu ve siyasi parti bu konuya ciddi bir şekilde eğilmiyor ? -Neden kendisinden sonra gelecek kuşaklara karşı sorumluluk duyan ve tarihi miras bırakacak bir yerel yönetim zihniyetine sahip sistematik ve kurumsal bir yapımız yoktur ? Bu ve buna benzer sorunları çoğaltabiliriz. Hiç düşündük mü ? Ben yeterince düşünmediğimizi varsayıyorum. Bir yeri seviyorsanız, o yer ile ilgili bir aidiyet duygunuz olur. Bir yerde yaşamak istemiyorsanız, o yerle ilgili bir yaşam kaygınız da doğal olarak oluşmaz/olmaz ! Türkiye'nin sağlıklı şehirleşmemesi ile ilgili en can alıcı meselenin bu olduğu diye düşünüyorum. Bugün şehirlerimiz, kasabalarımız ve köylerimiz bu kadar çarpık ve düzensiz ise herkes nasıl olsa “daha güzel bir yer bulur ve orda yaşarım” düşüncesiyle hareket ettiği içindir. Ki bu durum böyle devam ediyor. Bizim yerleşim/şehirleşme ile ilişkimiz göçebe kültürü üzerine inşa edilmiştir. Çünkü göçebelerin mekan ile ilişkileri “konar- göçer” mantığı üzerine kurulmuştur. Göçebenin kalıcı mekan tasavvuru yoktur. Göçebe kaldığı yere ağaç dikmez, kalıcı bir eser bırakmaz. Yarar ilişkisi varsa obasını oraya yönlendirir ve yarar ilişkisi bitmiş ise obasını alır başka yere doğru yola çıkar… “Mekan ve yaşam” arasında babamdan öğrendiğim bir şey vardı: “Oğlum! eğer bir yerde o yörenin ileri gelenleri göç ediyor ve yabancılar gelip yerleşmiyor ise , o şehir belki bir şekilde varlığına devam ediyordur, ama orada artık hayatı arama !.. ” derdi. Bir yerleşim yerinin kendisine ait bir kimliği, mimarisi yoksa o şehir sahipsizdir ve ruhu da yoktur. Ruhu olmayan bir bedenin maşuğu/müşterisi de doğal olarak olmaz. Göç edenin, göç ettiği topraklara karşı kendiliğinden doğan bir aidiyet duygusunun olması gerekir. Şehirler, doğaları gereği vahşi doğal yaşama karşı insanın canını, malını, barınmasını ve kişisel onurun korunduğu mekanlar olarak var olagelmişlerdir. Ortak yaşam alanları herkesin istediğini yapabildiği yerler değildir. Onun için “parsel bazlı imar” bir şehre karşı yapılan en çirkin ve en barbar bir faaliyet türüdür. Çünkü kümülatif değil lokal bazda mekânsal yapılaşmaya yaklaştığı için bu planlama anlayışı sorunludur. Şehirler ortak yaşam kültürünün üstünde yükseldiği yerlerdir. Bireysel çıkarlar ve davranışlar burada törpülenir, standartlaşır ve medeni bir kıvama ulaşılarak insan ancak şehirde üst bir konfora ulaşarak özgürleşir. Şehir, medeni insanların yaşadığı mekânsal bir alandır. Öyle olduğu için kadim antik şehirlerin girişinde bir dikili taş bulunurdu. Üstünde, bu şehre “esenlikle gir ve esenlikle çık!” yazısı vardı. Yani; “eline, beline, diline sahip çık” ve bu mahalde “kimseye zarar vermeden yaşa” anlamına gelirdi. Hatta bazı şehirlerin giriş kapısında bir hamam olurdu. Gelenler yıkanır ve hastalık belirtisi yoksa yabancının şehre girişine izin verilirdi. Bu durum Ortaçağa kadar böyle devam etti. İnsanlık tarihinde mimarlığın şaha kalktığı dönem, antik dönemdir. Eğer antik dönem ve mimarisi olmasaydı bugün insanoğlu mimaride ve estetik sanatlarda bu aşamaya kolay gelemezdi. Mimarlığa en çok zarar veren ve onların yaratıcı eserlerini putperestlikle değerlendiren dinlerdir. Özellikle Hristiyanlık bu anlamıyla tümüyle günahkardır. Antik mimari mirasa en az zararı olan din ise İslamiyet olmuştur. İslamiyetin ilk dönemlerindeki çağrısı müminlere kendilerinden önceki uygarlıkların akıbetlerini görmeleri için seyahat etmelerini, yerde ve gökte doğal dengenin bozulmamasını ve yaşadıkları yeri güzelleştirmelerini emreden bir anlayışa sahip iken daha sonraları bu ilkeler tümüyle unutulmuştur. O günün Müslümanlarının, Grek, Mısır, Mezopotamya, Hint ve diğer düşünce okullarıyla temas etmekten hiç çekinmediklerini görüyoruz. Tarihi eserlere karşı olan bağnaz tutum İslam'ın ileri döneminde selefi düşünce ile ön plana çıkmıştır. İkinci büyük yıkım ise, ulus- devletler tarafından yapılmıştır. Ulus devletler kendisinden olmayan uygarlıkları hem görmeme hem de yanlış tevil etme yoluna gittiklerini müşahade ediyoruz. Bugün insanlarımızın çoğunun tarihi ve arkeolojik yapılara karşı genel bakış açıları “altın” arama ve “zenginleşme” olarak görülüyor. Kendilerinden önceki milletlerin kültürleri ve yaşamları hakkında merak uyandıracak veya kendilerinden sonraki nesillere bırakılacak kalıntılar olarak görmüyorlar. Bu topraklarda yaşayanlar, sanki geçmişte burada hiçbir insan topluluğu yaşamamış gibi -tarih kendileriyle başlıyor ve kendileriyle bitiyor- bir anlayışa sahip olarak yaşıyorlar. Cumhuriyet döneminin hakkını teslim etmek gerekiyor. Eğer Cumhuriyet Dönemi olmasaydı bugün ülkemizde antik yapılardan geriye bir şey kalmazdı. Bilinen bir klişedir; geçmişe saygısı olmayan toplumların gelecekleri de olmaz ! Toplumsal hafızanın inşası, geçmişin bilinmesine bağlıdır. Hafızası olmayan toplumlar, kültürel değerlere sahip olmadıkları gibi başka kültürlere de saygılı olamazlar ve ilginçtir ki başkaları tarafından da saygın olarak görülmezler. Yaşamı güzelleştirmeyen her türlü inanç ve düşünce, toplumun çürümesine sebebiyet verir. Bir toplumun hafızası, o toplumun maddi ve manevi değerlerinin birikimine ve korunmasına bağlıdır. Bir şehrin anıtları, meydanları, yapıtları o şehrin hafızasını oluştururlar. Anıtları olmayan şehirlerin hafızası da olmaz YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet29 Eylül 2023 Siyasetin Sahası: Özel ve Kamusal Alanın İnşası
|