Doğa ve insan ikileminde uygarlığımızİnsan ırkının yeryüzündeki serüveni henüz bitmiş değildir. Fakat sona doğru yaklaştığını bilim bize söylüyor. Bunun ispatı ise, insanın kendi eliyle kâinatta yapmış olduğu değişim ve dönüşümdür. İnsanın yeryüzündeki en büyük dönüşüm evresi tarım toplumunda gerçekleşmiştir. İkincisi ise içinde bulunduğumuz sanayi ve teknoloji çağıyla devam ediyor. Avcı toplayıcı toplulukların yerleşik tarıma geçişi, insanlığın yeryüzünde en büyük değişimi olarak bilinir. İnsanoğlu tarih boyunca doğaya karşı kendi türünü nasıl koruyacağına dair çeşitli mücadelelerin içerisinde bulunmuştur. Bundan bayağı da bir mesafe katetmiştir. Günümüzde ise bu durum tersine dönmüş bir haldedir. Artık bugün doğanın insan popülasyonuna karşı kendisini nasıl koruyacağı bir aşamaya evrilmiş haldedir. Artık yeryüzünde korunması gereken insan değil “tabiat”ın kendisidir! Dünyamız beş defa yok oluşun kucağından kurtulmuş bir gezegendir. İnsanın kendi eliyle gerçekleştireceği bu 6'ncı kitlesel yok oluşun ismi literatürde “Antropolojik Ekoloji Felaketi” olarak adlandırılıyor. Doğal nedenlerden kaynaklanan beş kitlesel yok oluştan sonra gezegenimiz bu defa antropolojik ekoloji felaketiyle karşı karşıyadır. Hawai Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre 1500‘lü yıllardan itibaren gezegenimizde bilinen 2 milyon türün 260 bini yok etmiş haldeyiz. Tabiatın kendisini anlamlandırmaya, tanımlamaya ve bizlere ihtiyacı yoktur, ama bizim onsuz yapamayacağımız ortadadır. Çünkü o kendi kendisine yetiyor. Oysa insanın kendini tanımlamaya ihtiyacı vardır, çünkü o eksik bir varlıktır. İnsanın ağaca, ota, suya, havaya, toprağa, hayvana ihtiyacı vardır, fakat onların bize ihtiyaçları yoktur. İçinde diğer canlı varlıkların olmadığı bir şehir, bir kasaba, bir işyeri veya bir mekan tasarımı insanı kendi fıtratına yabancılaştırır. Kendisine ve doğasına yabancılaşan bir varlık korkunç bir mahlukata dönüşür. Gezegenimiz maalesef bugün insanın eliyle yok oluyor! İnsanoğlunun kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden, bugün yeryüzü yaşanmaz bir hale dönüşmüş haldedir. Milyonlarca canlı varlık kendisine yaşanabilir bir yaşam alanı bulabilmek için bugün göç yollarındadır. Yeryüzü yanlış mekânsal yapılar, teknoloji ve yapay ulus-devlet sınırlarıyla canlı varlıkların doğasını bölmüş bir haldedir. Dünyamız adeta insanın dışında diğer canlı varlıkların yaşanmayacağı bir gezegene dönüşmüştür. Bugün hayvanat, nebatat ve cemadat alemi ben-i âdem sayesinde can çekişiyor. Bu durumun büyük bir felaketin habercisi olduğunu maalesef insanoğlu unutuyor. Göller ve nehirler kurumuş, diğer canlı türlerin habitatları yok edilmiş; hayvanlar özgürlüklerinden mahrum bırakılmış ve büyük hapishanelere (kümes, ahır ve seralara) hapsedilmiş, gökyüzünde özgür gezinen kuşların yolları havacılık teknolojileri sayesinde işgal edilmiş ve canlı varlıkların solukladıkları hava kirletici endüstriler tarafından soluklanmaz bir hale getirilmiştir. Bütün bu olumsuzlara karşın işin ilginç tarafı, insan kendisini yeryüzünün efendisi/halifesi olarak ilan etmiş haldedir. Modern kurucu akıl gelişmeyi ve büyümeyi “kazanma” kültürü üzerinde okuduğu için doğadaki bu bozulmayı ve değişimi doğru görmüyor veya görmek istemiyor. Yanlış bir zihinsel tutum sayesinde, insanoğlu bu durumu; ilerleme, gelişme, kalkınma ve medeniyetin kendisi olarak algılıyor. Büyük medya ilahları bunu lanse etmekten çekinmiyor, üniversiteler bilgiyi yanlış öğüterek/kodlayarak insanı fonksiyonsuz kılarak ileri karakol görevleri üstlenmiş haldedir. Çağın bu yanlış akıl tutulmasına karşı şahitlik eden ve muhalif kalan aydınlar ise susturulmuş veya dışlanmış bir haldedirler. Rasyonel aklın bir fonksiyonu olarak görülen “sahiplenme ve kazanma” yetisi, diğer varlıkların yaşam alanlarını yok ettiği halde insan doğadaki bu bozulmayı idrak edemeyecek kadar kendisinden aciz bırakılmıştır. Çünkü aç gözlü olan bir akıl, israfın bozucu etkisini doğru okuyamaz ve anlayamaz. Önereceği bir çözüm reçetesi de olamaz! Günümüzde doğa ile ilgili eski kadim düşünceler, fikirler, hepsi batıl olarak telakki ediliyor. İnsanlığın ilk eserlerinde biri olan Homeros'un Odysseia eserini okuduğumuzda tanrıların toplumsal hastalıkları üreten insanları nasıl cezalandırdıklarını biliyoruz. Oysa bugün tiranların, oligarkların ve otorite sahiplerinin insanın doğasına neler yaptıklarını gördüğümüz ve bildiğimiz halde ne bir cezai müeyyide ve ne de bu kötülüğe karşı müdahil olabiliyoruz. Çünkü bugün siyasi, idari ve iktisadi anlamda bu bencil ve çıkarcı akıl dünyayı yönetiyor. Bizler de onların bizleri idare etmelerine müsaade ediyoruz. Dünyamız büyük bir sarmalın içinde bir hiçliğe doğru yuvarlandığını insanoğlu fark bile edemiyor. Adeta Franz Kafka'nın “Dönüşüm” romanında anlattığı Gregor Samsa'nın dışlanmışlık ve yabancılaşma psikolojisini yaşadığı bir evrede geçiyoruz. Kâinat denilen cenneti, cehenneme çevirdik ve buna da “kalkınma/ gelişme” diyoruz. Ayrıca bundan da haz duyuyoruz ?!… İnsan önce bir şeylere inanır, ardından bir değerler manzumesini oluşturur. Eğer inandığımız şeyler sakat ise üzerinde yaşam bulacağımız değerler de sakat olur. Kadim değerlerin aşındığı ve yapay değerlerin ön plana çıktığı bir yerde kaosun kaçılmaz olduğunu unutuyoruz. Doğru değerlerin aşınması, kaynakların yok oluşuna sebep verdiği bir realitedir. Geriye dönüp baktığımızda, içimizdeki bazı “beyinsiz”lerin yaptıkları şeyler yüzünden, hesaba çekilemeyeceğimizi düşünüyoruz. Oysa insanoğlunun en büyük yanılgı burada başlıyor.
YORUM YAZIN ![]()
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 25 Mart 2025 İzler kalır/ izler kalırsınız!24 Şubat 2025 Özgül Ağırlığa Sahip Olmayan İnsanların Dünyasına Hoşgeldiniz25 Kasım 2024 ÖLÜMCÜL KİMLİKLER ve ŞAHSİYETİN ÖLÜMÜ15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi
|