Her şey bir davetle başlamıştı. Bir ilkti. Geniş mekânda yanımıza usulca sokuldu. Konuşmak istediğini, farklı yaklaşımlarla en doğruyu bulmak istediğini söyledi. Mekânın ve kendilerinin mahremiyetine atıfta bulundu sürekli. Ne de olsa tepedeydi. Mavi göğün altındaki en güzel yerlerin birinde ağırlamıştı bizi ayrıca. Hoş, bir devin sırtından cömertliğe soyunmuştu. Edası, etrafındakilere cömertlik cakası satıyordu. Teyakkuz ve geride durmanın tecrübesini yaşamış olanlarımız, sadece kulak kabarttılar anlattıklarına. Sorularına ve isteklerine karşı da ketum kalmayı yeğlediler. Ben var ya ben, bir kez daha benin cazibesine kapıldım ve yenik düştüm. Güvercin saflığında, yılandaki sinsiliği yedekte tutmam gerektiğini, nasıl olduysa bir an unutuvermiştim. Nerden bilebilirdim batın ile batini olanın batnındaki saklı gizemi. Sırtımızı sıvazlamıştı bir kez. Kanmıştım ona, önündeki devasa bentlerden habersiz, yatağını bulmuş su gibiydim. Ne kadar da rahattım. Harfler söz olup akıverince, yüzündeki eda beni daha da harladı biraz. Ciddiydi çünkü. Kelimemdeki gücü, bir ayna gibi aksettiriyordu bana. Sözün bittiği yerde, güven ortamında olmadığımı, bir balyoz gibi kafama düşen mütekebbir kelamında fark ettim. Sözcüklerinin toplamında zihne yansıyan mana, Firavunun “En tepede bulunan rabbinizim” şeklindeki kibir kabarcıklarıydı. Gaz bulutlarının girdabından kurtulduğumda, dilin nasıl bir bela olduğunu hatırlatır gibi gülümsedi, yüzüme bakarak. Hayallerimi sonlandırırcasına Ahmet Haşim'in;
"Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak"
dizelerindeki o tükenmişliğin hüznünü, artık tırmanabileceğim merdiven basamaklarının bittiğini söylediği anda hissettim. Arkalarda kurulan asansörlerin, saniyeler içinde yükseklere çıkardığı benlerin tırmanış hikâyelerini de onun sözlerinde ancak fark edebilmiştim. Bunları düşünürken ben, şaşkınlığıma şamar vurmuş gibi, zaferini kazanmış bir komutan olarak geçti yanımdan. Giderken fazla kafaya takma dedi. Nasıl bir öyküydü bu, bana ve onlara ait olan. Basamakları hızla tırmanmak dedikleri şey, bir fesadın ilk evresi olarak kadim geleneklerde kalmıştı artık. Yükselme dedikleri bir asansörün hızında saklıydı günümüzde. Kim bilir, belki yarınlar, asansörü devre dışı bırakabilecek ışık hızlarına da sahne olacaktır. Hudutsuz olana meydan okuma tarzına giren bu mütekebbir çehre, iki metrelik alan kendisine görüldüğünde muhtemelen fark edecektir geride bıraktıklarını. Bu fark edişin bir anlamı olacak mıdır, onu da bilmiyorum. Her şeye hükmettiğini vehmettiği anlarda kibri kabaran Firavun, önünde olanı görmeye başladığında güneş batmak üzereydi. En tepede olanın kendisi değil, âlemlerin sahibiydi demişti. Onunla da yetinmemiş, hakir gördüklerinin izzetine de atıfta bulunmuştu. “Musa'nın ve Harun'un Rabbi”. Siz merdiven basamaklarını tırmana durun. Çoğun(m)uzun ve belki de hepimizin görecekleri sararan sular, çehrelerdeki derin kanallar ve karanlığa yelken açan akşam kızıllığı olacaktır. Ama emin olun, tırmanmadan, doğrudan yükseliş mis'âdında olanların, bizden hiç farklarının kalmadığını anlatan çöküş ve batış hikâyeleri de olacaktır. Bu da bizim sevincimiz ve kimilerine göre de avuntumuz olsun. Önemli değil, ne de olsa sonsuz olanın karşısında yere kapanmışız bir kez. Onlar bugün olmasa da bir güneş batımıyla birlikte iki metrelik bir karede kapanacaklar toprağın ocağına. Tek farkla, birinin kapanışı bir azametin karşısında iken ötekinin ise bir yıkılmışlığın neticesinde olacaktır.